HomeEditörden

Çin–Amerika İlişkilerinde Yeni Dönem: Rekabet mi, Zorunlu İş Birliği mi?

Covid-19’un Yatırımcı Davranışlarına Etkisi
GSYİH Verilerimize 20 Yıllık Pencereden Bir Bakış
Fed, Resesyon ve Küresel Ekonomi

Küresel ekonominin iki devi olan Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti, son yıllarda hem rekabetin hem de karşılıklı bağımlılığın en yoğun yaşandığı bir döneme girdi. Soğuk Savaş sonrası dönemin “küreselleşme” ruhu yerini “jeoekonomik çekişme”ye bırakırken, iki ülke arasındaki ilişkiler sadece diplomasi masalarında değil, teknoloji, ticaret ve finans piyasalarında da belirleyici hale geldi.

2018’de başlayan ticaret savaşı, ABD’nin Çin mallarına uyguladığı yüksek gümrük vergileriyle küresel tedarik zincirlerini derinden sarsmıştı. O günden bu yana taraflar, karşılıklı yaptırımlar, ihracat kısıtlamaları ve teknoloji ambargoları üzerinden ekonomik üstünlük mücadelesi veriyor. Ancak bu rekabetin ilginç bir boyutu var: Taraflar birbirinden vazgeçemiyor. Çünkü Çin, ABD’nin en büyük borç finansörü konumunda; ABD tahvillerinin önemli bir kısmı hâlâ Çin Merkez Bankası’nın elinde bulunuyor. Öte yandan, Çin’in ihracatının büyük bölümü hâlâ Amerikan tüketim pazarına dayanıyor.

Son dönemde özellikle yarı iletken teknolojileri ve yapay zekâ yatırımları iki ülke arasındaki ekonomik tansiyonu yeniden yükseltti. Washington, Çin’in ileri düzey çip üretimine erişimini sınırlamak için sert önlemler alırken, Pekin buna karşılık nadir elementlerin ihracatını kısıtladı. Bu durum, sadece iki ekonomi arasında değil, küresel tedarik zincirlerinde de domino etkisi yarattı. Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi teknoloji ekonomileri bu çekişmeden doğrudan etkileniyor.

Bununla birlikte, her iki tarafın da tamamen kopması ekonomik olarak mümkün görünmüyor. 2024 verilerine göre, iki ülke arasındaki ticaret hacmi hâlâ 650 milyar dolar seviyesinde. Küresel büyümenin yavaşladığı, enerji fiyatlarının dalgalandığı bir dönemde bu rakam, karşılıklı bağımlılığın hâlâ ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. ABD firmaları üretimlerini kısmen Vietnam, Meksika veya Hindistan’a kaydırsa da, Çin’in altyapı kapasitesi ve lojistik gücü hâlâ rakipsiz durumda.

Peki bu tablo Türkiye’yi nasıl etkiliyor?
Çin–ABD rekabeti, Türkiye ekonomisine hem riskler hem de fırsatlar sunuyor. Öncelikle, küresel tedarik zincirlerinde yaşanan yeniden yapılanma süreci Türkiye’yi “alternatif üretim merkezi” olarak öne çıkarıyor. Avrupa’ya yakınlığı, genç iş gücü ve gelişen sanayi altyapısı sayesinde Türkiye, bazı Amerikan ve Avrupa şirketleri için Çin’e alternatif bir üretim üssü haline gelebilir. Bu durum, özellikle otomotiv, tekstil ve elektronik sektörlerinde yeni yatırım fırsatları yaratıyor.

Diğer yandan, küresel ticaret savaşlarının yarattığı belirsizlik, Türkiye’nin ihracat pazarlarında dalgalanmalara neden oluyor. Çin’in ucuz üretim gücü ve ABD’nin korumacı politikaları, Türk ihracatçılar için rekabeti zorlaştırıyor. Ayrıca, dolar–yuan gerilimi ve küresel finansal istikrarsızlık, Türkiye’nin döviz kurları üzerinde baskı yaratabiliyor.

Bununla birlikte, Türkiye’nin “denge politikası” izleyerek hem Çin’le hem de ABD ile ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmesi, uzun vadede stratejik bir avantaj sağlayabilir. Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında Çin ile altyapı ve lojistik iş birlikleri, aynı zamanda ABD ile teknoloji ve savunma alanındaki ortaklıklar, Türkiye’yi küresel ekonomi sahnesinde daha esnek bir konuma taşıyabilir.

Sonuç olarak, Çin–Amerika ilişkilerinin bugünkü hali bir “yeni soğuk savaş”tan çok, karmaşık bir ekonomik satranç oyunu gibi. Taraflar birbirine rakip ama aynı zamanda birbirine muhtaç. Türkiye ise bu satrançta dikkatli hamlelerle hem ekonomik kazanç elde edebilir hem de bölgesel bir denge unsuru olarak öne çıkabilir.