Amerika Birleşik Devletleri, yüzyıllardır kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin merkezi olarak anıldı. “Fırsatlar ülkesi” sloganıyla girişimcilere ilham veren, özel sektörün dinamizmiyle büyüyen ve devlet müdahalesini minimumda tutan bir ekonomi modeliyle dünya sahnesine damgasını vurdu. Ancak son yıllarda, özellikle Donald Trump’ın politikalarıyla birlikte, ABD’nin bu köklü ekonomik kimliğinden uzaklaşmaya başladığı gözlemleniyor.
Trump’ın küresel piyasalara yaklaşımı, klasik serbest piyasa ilkelerinden ziyade korumacı, hatta zaman zaman devletçi eğilimler barındırıyor. Seçim dönemlerinde sıkça dile getirdiği “Önce Amerika” politikası, ABD’yi küreselleşmenin öncüsü olmaktan çıkarıp, küresel ekonomik entegrasyonu sekteye uğratan bir pozisyona taşıdı. Özellikle Çin ile yaşadığı ekonomik rekabet, yalnızca iki ülke arasındaki bir ticaret savaşı değil, aynı zamanda dünya ekonomisini de ciddi biçimde etkileyen bir faktör haline geldi.
ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergileri, teknoloji ve hammadde ticaretinde küresel dengeleri sarstı. Bugün birçok Amerikan şirketi, Çin’den tedarik ettiği ürünler için daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya. Aynı şekilde Avrupa’ya uygulanan çelik ve alüminyum vergileri de transatlantik ticaret ilişkilerinde derin çatlaklar yarattı. Bir zamanlar serbest ticaret anlaşmalarının başını çeken Washington, şimdi bariyerler koyan bir aktör olarak görülüyor. Bu tablo, kapitalizmin beşiği olan ABD’nin ironik bir şekilde kendi ilkelerini zayıflatması anlamına geliyor.
Son dönemde tartışma yaratan bir diğer gelişme ise, ABD yönetiminin Intel firmasının %10 hissesini devletleştirme niyeti. Yarı iletkenler, modern ekonominin belkemiğini oluşturan stratejik bir sektör. Elbette bu alanda Çin’in yükselişi karşısında ABD’nin pozisyonunu güçlendirme isteği anlaşılabilir. Ancak devletin doğrudan bir teknoloji devine ortak olma girişimi, kapitalist ekonomiyle devlet müdahalesi arasındaki çizginin giderek bulanıklaştığını gösteriyor. “Devlet kapitalizmi” modeli, genelde Çin gibi otoriter ekonomilerle ilişkilendirilirdi; şimdi benzer uygulamaların Washington’da gündeme gelmesi dikkat çekici bir dönüşüm işareti.
Trump’ın politikalarının küresel piyasalara yansıması da oldukça olumsuz. Piyasalarda belirsizlik artarken, uzun vadeli yatırımlar sekteye uğruyor. Serbest piyasa, öngörülebilirlik ve kurallar üzerine inşa edilir; ancak Trump’ın ani gümrük kararları, ticaret savaşlarını körükleyen açıklamaları ve siyasi çıkarlarla harmanlanan ekonomi politikaları, bu öngörülebilirliği zedeliyor. Sonuç olarak, yatırımcı güveni azalıyor, küresel büyüme ivme kaybediyor.
ABD’nin bu yönelimi, aslında sadece bir ekonomik politika değişimi değil, aynı zamanda bir paradigma kayması. Kapitalizmin savunucusu rolünden çıkıp, korumacılığın ve müdahaleciliğin öne çıktığı bir ekonomik model benimsemek, uzun vadede Amerikan ekonomisinin dinamizmini zedeleyebilir. Tarih boyunca ABD’yi rakiplerinden ayıran en büyük avantaj, inovasyonun ve girişimciliğin önünün açık olmasıydı. Eğer devletçilik eğilimleri güçlenirse, bu avantajın kaybolma riski oldukça yüksek.
Türkiye’ye Etkileri
ABD’nin bu korumacı ve müdahaleci politikalarının Türkiye’ye de doğrudan ve dolaylı etkileri bulunuyor. Öncelikle, küresel piyasalarda artan belirsizlik, gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akımlarını yavaşlatıyor. Türkiye, dış finansmana ihtiyaç duyan bir ekonomi olduğu için, bu dalgalanmalardan en çok etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. ABD-Çin ticaret savaşları, küresel tedarik zincirlerini yeniden şekillendirirken, Türkiye için hem riskler hem de fırsatlar doğuruyor. Çin’den tedarik edilen bazı ürünlerin daha pahalı hale gelmesi, Türkiye’nin alternatif bir üretim üssü olarak öne çıkmasına imkân verebilir. Ancak bu fırsatı değerlendirmek için güçlü sanayi politikaları ve yatırımcı güveni şart.
Diğer taraftan, Intel örneğinde görülen devlet müdahaleleri, küresel teknoloji rekabetinde yeni bir dönemi işaret ediyor. Türkiye, uzun vadeli stratejilerinde teknoloji üretimini ve yarı iletken yatırımlarını öncelik haline getirmezse, bu dönüşümün yalnızca izleyicisi olabilir. Ayrıca, ABD’nin Avrupa ile ticaret ilişkilerini gerginleştirmesi, Türkiye’nin AB pazarındaki konumunu da dolaylı olarak etkileme potansiyeline sahip.
Kısacası, kapitalizmin beşiği olan Amerika’nın kendi ilkelerinden uzaklaşması, sadece Washington’un değil, Ankara’nın da yakından takip etmesi gereken bir dönüşüm. Türkiye, bu yeni küresel dengelerde risklerden kaçınmak ve fırsatları yakalamak için esnek, üretim odaklı ve teknolojiye dayalı bir strateji geliştirmek zorunda.